30 Nisan 2012 Pazartesi

Oldu Bunlar 1


bugün, bir seyyar satıcı, el arabasıyla yanımdan geçerken kulağıma "SEKS!" dedi ve yürümeye devam etti hiçbir şey olmamış gibi. bu gidişle kerhaneden başka bir yerden alamayacaksın giriş iznini ey seyyar satıcı!!!

otobüste giderken, bir amca(60+) bir teyzeyi (70+) gözümün önünde fortlamaya başladı. şimdi, komik bir durum olarak mı yoksa üzücü bir durum olarak mı atfetsem bilemesem de, böyle bir manzarayla sadece istanbul'da karşılaşabilirsiniz gibi geliyor bana.

ağdacıya gittiğimde, kapıyı kitleyip "bağır tatlım bağır, sesini kimse duymaz burda, çekinme!" demesi, bana korku filmlerindeki şu olayı hatırlattı:"istediğin kadar bağır, sesini kimseler duyamaz! nıhahahahahahaha!"


Sanal Bebek

bugün gittim eminönünden sanal bebek aldım. ne mal bi şeymiş o be! böyle sinyal veriyo, sıçtırıyosun, sinyal veriyo, yemek yediriyosun, canı sıkılınca gezdiriyosun falan...

o değil de, çocukken ne oynardık deli gibi biz bunu. ucuzdu da zaten, biz de oynar dururduk sürekli işte. birimiz kedi, birimiz kelebek beslerdik, sonra kelebek besleyen kedi besleyeni kıskanır, oyunu resetleyip kedi beslemeye başlardı.

şimdiki modellerde, evlenmek isteme modu diye bir şey de varmış. yeterince büyüyünce, evlenmek istiyomuş, sen de evlendiriyomuşsun. garip ama değil mi? çiftleşmek istiyor yazmıyo abi kılavuzda, direkt kedimi evlendirmem gerektiği yazıyo! müslümanlıkta hayvanların da mı evlenmeden sevişmesi zina sayılıyor bilemedim ki!

Gacır Şarkılar

hiç yıldan yıla büyüme testine tabi tuttunuz mu kendinizi? ben istemdışı olarak geçen hafta yaptım bu testi. 3 yıl önce ve 3 yıl sonra. how i met your mother'da görmeden, birkaç gün önce, yeni mp3 üme şarkılar yüklemiştim. ben onlara "gacır şarkılar" derim. çünkü bu gacırlar, sizin için vazgeçilmez olmuşlardır. mesela lise 1 de miydim 2 de miydim neydim, emre aydın'ın ilk albümü çıkmıştı. o zamanlar benden uzundu, ben de felaket aşık olmuştum kendisine. öyle böyle değil. bi akıllı da çıkıp "sen hayran olmuşsun aşık değil" demedi sağolsun. neyse, konumuz o değil. o sıralar, deli gibi dinlerken bu çocuğu, hatta geçen yıllar boyunca sürekli, yolda 5-6 aydır emre aydın dinlemediğimi fark edip gacırlardan açtım bi tane "unut gittiğin bi yerde" miydi neydi... adam şöyle başlıyo:

adının karşısında acı yazıyor tüm sözlüklerde!

hassiktirrr.... liseli sözü lan bu! olmuştum. neyse devam:

ne desen küfür gibi, senden yana cümleler bile!

aha bi hassiktir daha! ne lan bu şimdi? senden yana cümleler bile küfür gibi geliyor bana gibimtraksı bi şey işte! devam etmekteyiz:

bla bla bla... tam karşıya geçerken bıraktığın o el benim!

ahaaaa! ben bu söze bayılırdım! şimdi neden bu kadar bayağı geldiğini çözebilmiş değilim. aslına bakarsanız, ben bu sözleri, photoshop ile emre aydın fotoğraflarına ekleyerek, internete salan kızlardan biriydim. yani o bunalım takılan "hayat çok berbat! kimse beni anlamıyo!" modunda takılanlardan. üniversiteye geçtim, arkadaşım olmamasına rağmen artık "kimse beni anlamıyo!" yerine "öfff! yolda gördüğüm kızın kıçını çekiştiremeyeceğim arkadaşı ben ne yapayım?!"

sonra, bir sürü emre aydın şarkısı dinlemeye çalıştım. başaramadım. sevemedim. olmadı. emre aydın'a olan hayranlığım lisedeki 17 yaşındaki kızla beraber bitti. 21 yaşındaki veronik, biraz daha... kime bu afra lan, sanki birazdan "pembe mezarlık" şarkısını açıp dinlemicem! çok da güzel!

pembe bir mezarlık gördüm rüyamdaaaaaaaa! aşık cesetler şekerden tabuuttaaaa! gezinirken ciğerim doldu bir andaaaaa! çürük çilek kokusuylaaaaaaaaaaaaaaa! (bu ne biçim şarkı lan! ben zevkimi bi daha gözden geçiriyim. evet.)

25 Nisan 2012 Çarşamba

isyan etme amaçlı yazılmıştır

insanları insanlar değiştirebiliyor. sırf onlarla olabilmek için değişmeye çabalıyor insan kendini. ama değer mi değişime o insanlar bilinmez...

bilmem kimin bekaretini kaybetme konusunu, erkek arkadaşımın yanında konuşmuşlar. dedikodu olarak. normalde kendisi, şaşırır, ilgilenmediğini belirtir, garipserdi. aksine, geldi ve bana anlattı bunu. resmen dedikodunun ortağı olmuştu. o küçümsediği insanlara benzemeye başladı yalnız kalmama adına. günün birinde, onu tanıyamayacağım bir halde bulursam ve bu uğurda kaybedersem, iki elim yakalarında olacak bilmiş olsunlar. şerefsiz, dedikodu manyakları! sana bir sır anlatılmışsa içerde tutarsın onu. gossip girl'de değiliz biz sen ne sanıyorsun? peki, benim ilişkimi sorgulamanın nedeni de, bana dedikodusunu yaptığın insanlara bunu anlatman mı? hay bin göt seni!

kusura bakma sevgili okuyucu, isyan niteliğinde bir yazıydı. ama kime patlayacağımı bilemedim. çığlık büyüyor içimde de, susturmaya çalışıyorum onu.

bekle beni pes!


sürekli kral oyunmuş yok oyunkral mış gibi sitelerde oyun oynarım. az buz da oynamam. yok odadan kaçma oyunlarıymış, yok yemek yapma oyunlarıymış yok marioymuş, her türlü oyunu oynarım deli gibi. annem de dalga geçiyor benimle sürekli: öküz kadar oldun, hala bunları mı oynuyorsun diye.

cevabım basit: ps3 istedim, sen de almadın. o zaman ne diye laf ediyorsun!?

aldığım cevap da oldukça tatmin edici oldu. önce annem derin bir yutkundu. "kaç para o alet?" "kimi yerde 700 kiminde 900" "alıcam lan!" sanırım doğru bir adım attım.

bunu arkadaş ortamında anlatınca, ismi lazım olmayan ve çok sevdiğim bir arkadaşın tepkisi ise aynen şöyle oldu: "baştan söylüyorum real madrid benim!"

"ohaaaaaa!" diye bir tepki versek de hepimiz, annemin her şehir dışına ziyaretinde, tüm milleti biralarıyla eve toplayıp pes partileri düzenleyeceğim! az kaldı! bekle beni pess!!!!

kimse yokken de resident evil falan oynayayım da gece korkayım. tadı çıksın!

teyzeden hikayeler 2


teyze teyze diye çok fazla hikaye anlatacağım size, çok şey biriktirdim içimde. şimdi en iğrencine geçeceğim, tiksineceksiniz resmen. hatta belki daha bile fazlası. ama siz beklentilerinizi çok yüksek tutmayın:

ah! bir kabız olmuşum ki sorma yavrım! karnım taş gibi oldu taş. oturuyorum tuvalete yarım saat, kır beş dakika, bir saat! bana mısın demiyor. ıkınıyorum ıkınıyorum, gene de yok! kıçım böyle (elini yumruk haline getirip burnuma tutuyor, sallıyor sonra da elini) yumru gibi oldu yumru!

of! karnıma masajlar mı yapmadım, gitmiyor şu allahın belası boklar karnımdan! bak nasıl şişti nasıl!

(annem de, kurtulmak için bir ilaç uzattı ve "bunu gece yatmadan için, iyi gelir" dedi.)

akşam eve vardığımızda karşılama sözcüğü tam olarak:

o annenin verdiği ilaçtan içtim, bana mısın demedi! oturdum tuvalete ıkııın ıkıııın ıkıııın... gitmedi şerefsiz! ama karnımda hareketlilik var gurul gurul oluyo böyle!

saatler sonra: ohhhhhhhhhhhh! allah senden razı olsun kızım! ne ilaçmış o! ama tuvalet tıkandı. kaynar suları döktüm döktüm bana mısın demiyo! neyse en son kezzaplı su döktüm, pötür pötür heepsi gitti!

ertesi sabah gene bir bok muhabbetiyle uyanınca, daha doğrusu kahvaltı masasında teyze gene aynı konuyu açınca: yeter ama nolur ya! iki gündür bir bok muhabbeti! ne bu böyle! kahvaltı ediyoruz şurda el insaf!

hayır sevgili okuyucular, isyanım yetmedi. evinde kaldığımız 4 gün boyunca her gün bir saat bok muhabbeti açtı, ne yapıp edip açtı. neyse... artık evimdeyim ve kimse konuşmuyor. iki gündür kimse "kabız, bok, kıç, yumru, pötür pötür" sözlerini sarf etmedi. evimi seviyorum.

teyzeden hikayeler 1

geçen gün bir teyzeyle tanıştım. kadın, kızını nasıl evlendirdiğini anlatıyor:

temiz pak yüzlü bir oğlan geldi bir gün. iyi huylu efendi bir çocuktu. işi iyi, huyu iyi, içkisi kumarı yok...(ama bu teyzenin kumarı var, o ayrı.) dedi ki, ben sevim'le evlenmek istiyorum. gelecek hafta istemeye gelebilir miyiz ailemi alıp? ben de gel tabi yavrum dedim. geldiler, istediler kızı, biz de verdik. onun gibi iyisini mi bulucaktık? kızım da hiç istemiyo, ben sevmiyorum o adamı. neden evleneyim? diye tutturdu! ben de düğün günü o evlenmem ben diye tutturunca kafasına vura vura evlendirdim. iki tane aslan gibi çocuğu oldu.

bak kızım, bizim zamanımızda babalarımız bize sormazdı, kimle uygun görürlerse onunla evlendirirlerdi. biz de sesimizi bile çıkarmadan evlenirdik. biz severek mi evlendik? birkaç yıl önce boşandılar sonra ben onları zorla barıştırdım gene evlendirdim, gene boşandılar! artık benden günah gitti! bizim zamanımızda, kocamız bizi bıçaklasa da, dövse de etse de biz evimizden ayrılmazdık. onun elinde ölmeyi beklerdik! ne şimdi bu böyle! o aslan gibi iki çocuğa ne olacak? boşanmak da neymiş?

teyze böyle anlatırken, ağzım açık bir şekilde kalakalmışım ki, teyze bana neden sustuğumu sordu. ben de hiçbir şey diyemedim. içimden günlerce küfrettim resmen. sen, istemeyen kızını nasıl zorla evlendirirsin, koca evine nasıl ağlaya ağlaya gönderirsin canından çıkan parçayı? nasıl olur da zorla tekrar evlendirirsin. nasıl olur da çocuğunun, kocasının elinde can vermesine normal bakarsın da, boşanmayı namussuzluk olarak görürsün? senin zamanınla şimdiki zaman bir mi a be teyze?!

19 Nisan 2012 Perşembe

Bir Ev Kadınıyla 7 Saat

evinizi daha güzel olacak diye tamir mi ettireceksiniz? yeni mobilyalar mı yaptıracaksınız? yaptırmayın anasını satayım. biz iki haftadan beri her gece evi temizliyoruz.

hayır her gece evi temizlemeyi geçtim ben, her sabahın köründe, evden çıkmak koyuyor en çok. çünkü işim gücüm yok. ben de aptal aptal geziniyorum. ama bu işe en çok akrabalarım sevindiler. o kadar çok ziyaret ettim ki onları. özellikle yaşlılar çok mutlu şu anda.

geçen gün anneannemdeydim mesela. sabahtan başlayıp müge anlı'yı izledik. şunu fark ettim ki; müge anlı, türkiye'nin sherlock homles'uymuş. biz nasıl fark etmedik?! küçümsedik durduk kadını. yok katili bulmalar yok sorgulamalar...

sonra adını bilmediğim bir kadının programı başladı. kısa saçlı bol makyajlı bir kadın. hasta bir çocuğu çıkarıp, üzerine acıklı müzik eşliğinde acıklı bir şiir okuyup anneannemi bile ağlattı. yok yahu bile dediğime bakmayın, insaflı kadındır vesselam.

sonra da açtık saba tümer'i. bütün günümüzün acıklı anlarını, saba tümer'in kahkahalarıyla bastırdık. gah gah gah gah gah!!!! diye gülerek, en azından  bir iki saatimi kurtardı. o da bir şey.

hah! asıl gelelim evlilik programına! en güzeli! siz hiç flash tv deki evlilik programını açıp dinlediniz mi? dinlemeyin! yapmayın öyle bir hatayı! gelin desen gelin değil damat desen damat değil. sanki gelini otoban kenarında bulmuşlar, öylesine çıkarmışlar. damadı da çiftlikten toplamışlar. yahu geline sadece gelinlik giydirilmez. kadına bir makyaj yapın saçını başını yapın, adama da bi damat tıraşı yaptırın bari. yok! at hırsızı gibi çıkarmışlar adamı oraya! anacım bu kadar mı özen gösterilmez!

neyse, daha bir sürü evlilik programı, "ben altı tane bilezik, kaloriferli ev, arabası olan adam isterim." muhabbetinden sonra, haberler de başladı. evet... böylece bir sabah kuşağı programın da sonuna gelmiş olduk ve ben, beyni sikilmiş bir vaziyette evi temizlemek üzere geri döndüm.

ben neden 3-4 aydır televizyon izlemediğimi hatırladım en azından ey sevgili okurlar! televizyon izlemeyin, aptal kutusu cidden. bir kere bakmaya başladın mı, bir daha gözlerini ayıramıyorsun!

bu yazımda üç önerme yaptım. ama siz nasılsa beni dinlemeyeceksiniz. dinlemeyin de zaten. koyver gitsin!

18 Nisan 2012 Çarşamba

Kolay Versiyon Rezillik

"veroniiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiik! geeeeeeeeeel! boş yer var burda geeeeeeeeeeel!" eğer bu sesi duyan olmuşsa istanbul otobüslerinde dün, o veronik benim. yaşlı bir kadın, arkasını dönüp ısrarla, hiç durmadan, ardı arkası kesilmeden bağırıyorsa ve kız da elindeki bavulla hiçbir yere kıpırdayamıyor, sağa sola "affedersiniz!" bakışları atıyorsa, hah! beni biliyorsunuz demektir.

bağıran: babaannem
bağırma nedeni: bilinmiyor
bağırma oranı: her binilen otobüste artış göstermekte

elimde kocaman yaşlı bir bavul, kolumda yaşlı bir kadın, vergi yatırmaya gidiyoruz. ha en önemli kısmı unuttum.

vapur:

"kızııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııım! yavruuuuuuuuuuuuuuuuuuuum! aşkıııııııııııııııııııııııııııııııııııııım! sevgiliiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiim!"

evet sevgili okuyucular. eğer bu sesleri, yaşlı bir kadından duyduysanız, en rezillik hissedeceğim okuyucular sizlersiniz. bilmiyorsunuz. bir kadın sessizliğin ortasında size bu şekilde bağırırsa, bütün gözler üzerinize çevrilir. "kim bu kız? in midir cin midir? manyak mı bunlar böyle? ne banal insanlar?! öfff sus bi be kadın!"

insanların içerisinde, sesli konuşmaktan bile çekinen bir insanken, nasıl oluyor da böyle bakışlara maruz kalıyorum ben de bilmiyorum. çünkü normalde çok özen gösteririm ve bir oda dolusu insanın size doğru bakışlarını çevirmeleri, en büyük korkulardan aslında düşününce. ama elinizden bir şey gelmiyor işte. kulakları az duyan ve sizi bebekliğinizden beri aynı şekilde seven bir akrabanız karşınızda. sus dersen alınır, kırılır veya bakan insanlarla muhabbet kurmaya başlar korkusu.

yaşlılarda nedense var bu. seslerini kısma gereği duymuyorlar veya şöyle diyelim: bir şeyden çekinmiyorlar.

gene babaannemle, bir gün sokakta yürürken, sütyen satan bir kadına rastladı ve kıyafetlerinin üzerinden, neredeyse tüm sütyenleri denedi. bir nevi madonna. tek farkı, o, madonna!

her neyse, ben çekingen bir şekilde devam edeceğim. böyle çok mutluyum. ne demiş ali taran; burası istanbul!

15 Nisan 2012 Pazar

Cenazede Üzgün Durmazsan, Komşular Laf Eder!


dedem öldüğü zaman, çok üzüldüm mü bilmiyorum aslında. pek fazla sevmezdim onu. anneanneme ve anneme çektirdiklerinden sonra hem de... çektirdiklerini anlatmayacağım yok;

cenaze gününde, evde kahvaltı yaparken, telefon geldi. annem çıldırmış gibi ağlamaya başladı, bana söyledi, ben de sadece üzerimi değiştirdim, çıktık evden. yolda hiçbir şekilde ağzını açmadı annem. apartmanın önüne vardığımızda, hiç bilmediğim bir gelenekle karşılaştım. dedemin ayakkabıları apartman kapısının önüne konmuştu. adettenmiş. eve çıkmak, cehennem azabı gibiydi. sanki tek garip kişi bendim: anneannem komşularının omzuna yaslanmış, gözleri patlayana kadar ağlamaya yemin etmiş gibiydi. kuzenlerim kendilerini arka odaya kapatmışlardı. sağda solda çoluk çocuk koşuşturuyordu. ben de o acıklı havaya giremeyeceğimi anladığımdan, çocuklarla ilgilenmeye başladım. hatta bir tanesi yanıma gelip "veronik abla, o kapalı odada ölü mü var?" diye bile sordu. ama cevap tatmin edici olmadı, çünkü dedem bir hastane odasında vefat ettiğinden, hastane morgundaydı. ailenin erkekleri de, bizim gelişimizle mezarlık ve miras işlemlerini halletmeye gittiler.

o gece anneannemde kaldık ve ben tek bir aralık dışında deliksiz bir şekilde uyudum. nedenini bilmem ama sanki hayatta hiçbir şey değişmemiş gibiydi. o aralığı anlatmak gerekirse, anneannem sokağa bakan tek yer olduğundan, yattığımız yere geldi ve deliler gibi ağlamaya başladı dışarıyı izleyip. kendi odasında ağlamaktansa, onu avutacağımızı düşünerek yanımıza gelmiş olsa gerek. garip bir şekilde, onu avutasım hiç gelmediğinden on dakika kadar uyku taklidi yaptım. yargılamayın, öyle bir hal işte.

neyse, sabah oldu erkenden giyindik. bir baktım tüm ailem abdest almaya başladı. ben almayınca da garip garip bakmaya başladılar. daha önce söylemedim ama, şimdi belirteyim, ben dinlere inanan bir insan değilim, hiç olmadım. adamın teki hiç anlamadığım arapça bir şeyler söyleyecek diye abdest alma gereği de duymadım zaten. biri pissin derse de, "dün gece herkes gittikten sonra yıkandım" diyebiliyordum. ama ailede adımız çıktı o günden sonra.

camiye gittik, kafama zorla eşarp taktılar, ayıp dermiş komşular. ölüm halinde bile komşuların çenesine düşmemeye çalışırken anneannem, yengem, insanlar haklarını helal ettiler, tüm akrabalarım deli gibi ağlarken ben hala normaldim.

ne zaman ki mezarlığa gittik, o zaman kötü hissettim işte kendimi. korkudandı sanırım bu, bir insan bedeni toprağın bir metre altına konuluyordu gözlerimin önünde. ona bakmak yerine yere baktım ben de. böcekleri hatırlıyorum özellikle. hani filmlerde farklı bir ana gider ya insanlar, hah öyle oldu işte;

böcekler, şimdi ayaklarımın altındaydı, ama biraz sonra üzerine toprak örtülen dedemi yiyeceklerdi. dedem de kanlı canlı bir insandı, ama biraz sonra o minicik böcekler... birdenbire, deliler gibi ağlamaya başladım. dedemi koymalarına yardım eden dayım, yanıma gelip sarıldı beni o halde görünce, herkesten daha beter.


belki ölecek olmanın korkusu, belki hayatım boyunca güçlü kuvvetli bildiğim dedemi o küçücük böceklerin yiyecek olması...

ama üzerinden iki sene geçmiş olsa da, hala kimse ölmemiş gibi. hayatın o öldükten sonra hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi ne acı... yani biz ölsek birkaç günün sonunda gene hayatlarına devam edecek insanlar. ve aslında birimizin hiçbir değeri yok, biz olmasak da, sistem aynen işliyor, iş yerinde bizim yerimize yeni biri alınıyor, ailemiz fotoğraflarımızı raflara koyuyor, sevgilimiz bir süre sonra yeni bir sevgili ediniyor. ne gereksiziz hepimiz.

Beyin Amcıklaması


beyin amcıklaması denen durum çok farklı bir hal. tüm gün yorulmuşsanız, bir şeye üzülmüşseniz veya bir şok yaşamışsanız gerçekleşebilen bir durum. oluyor insana ara sıra. neler oluyor peki ruh halinizde o sırada?

beyniniz hiçbir şeyi algılamıyor. 
bok gibi bir program açıp saatlerce dinleyebilirsiniz, beyniniz bu programın size uygun olmadığına, yaklaşık on dakika sonra sinyal gönderebilir ancak. ama siz kanalı değiştirmeye üşenirseniz saatlerce o programı izleyebilirsiniz.

size arkadaşlarınız saçma sapan bir şey anlatıyor olabilir. sizse sadece o mahçup olmasın diye abuk sabuk gülümseyerek karşılık verirsiniz ve hiçbir şekilde ne anlattığı hakkında bir fikriniz yoktur. "ay selma, senin şu yazdığın çocuk var ya bana yazıyo galibaaa!" gibi bir cümleye vereceğiniz karşılık. " hııı öyle mi? iyi." olacaktır mesela.

beyniniz hiçbir şeye hükmedemiyor.
gecenin bir körü kapınız çalabilir, komşunuz sizden kahve şeker vs. istemeye gelmiştir. hadi diyelim ki "kahve" demiş olsun. siz de düşmüş gözlerinizle "tabi komşu hemen." der ve mutfağa gidersiniz. ama aklınız gitmiştir. "şeker mi istemişti... çay mıydı... neydi la?" tekrar kapıya dönüp,"komşu ben unuttum ya ne istemiştin sen?" komşunuz da gülümseyerek "kahve komşucum kahve." aklınızda unutmamak için sürekli "kahve... kahve... kahve..." der ve gidersiniz ve götürürsünüz. ama en fenası şudur ki;

beyin amcıklaması yaşarken kafa karıştıracak şekilde konuşup, bir istek karşısında kalakalıyorsunuz

evet, saçmasapan anlattım ama... mesela demin de anlattığımız gibi komşunuz geldi. kek yapacağını söyledi ve ne istediğini belirtmek yerine, "ay komşucum, vanilyam var, sütüm var, şekerim var, yumurta, tarçın un hepsi birden var. ama kabartma tozum yok, varsa bir paket alabilir miyim?" birdenbire ne oldu şimdi? ağır bir yüklenme yapıldı. kadın, onnnca şey saydı, ben ne verecektim şimdi bu bok beyinliye? tarçın mı istedi, yumurta mı, vanilya mı, kabartma tozu mu? aaa paket istedi. vanilyaydı galiba.

beyniniz uyuşuyor ve hiçbir şey yapmak istemiyor
çok yorgunsunuz belli ki. ama çok ilginçtir ne uykunuz var ne de uyanık kalma isteğiniz. ne oluyor böyle bir durumda, koltukta mal mal oturup hiçbir şey yapmıyorsunuz. "hadi uyurum ya şimdi, gidiyim yatıyim" diyorsunuz, sonra da "siktir lan kim gidicek o yatağa şimdi, hem uykum yok ki" diyorsunuz.

hepiniz beyin amcıklaması denen durumu en az bir kez yaşadınız ve hepiniz kast ettiğim şeyleri biliyorsunuz. sadece yaşadığınız halin ne olduğunu belirtmek istedim. evet, bunu istedim ben. şimdi... annem benden ne istemişti sabah, ceketini mi, hırkasını mı...

13 Nisan 2012 Cuma

Depresyon Klişeleri


her zaman klişelerden kaçmaya çalışmışımdır. tabi ki liseli dönemlerim hariç. o zamanlar o klişeler, hayatların vazgeçilmez parçası olmalı diye düşünmüşümdür. ama hayır değildir. mesela, depresyona giren kadınların alışverişe çıkması, saçlarını kestirmesi vs. neden alışverişe çıkılıyor ki? neye iyi gelebilir ki alışveriş? ya kuaför? deli mi bu kadınlar! derdim.

üç dört haftadır ağır depresyondayım ve hiç de güzel bir şey değil bu. evden çıkmadım, sadece tatlı ve fast food yiyerek beslendim. asla o depresyona girince iştahı kapanan kızlardan olmadım. olamadım. ben bir şeye üzülünce, bir şey kafama takılınca yemeğe veririm kendimi. neyse... annem baktı ki benim bunalımlı halim geçmiyor, "gel seninle alışverişe çıkalım!" dedi. ben de "öf! ben evden çıkmak istemiyorum!" diye karşılık verdim. on dakika sonra aradım onu, "nerde buluşalım?"

ben kıyafet denemekten nefret ederim. hani elimde olsa, bir tane kıyafetin 15 rengini alıp değiştire değiştire giyeceğim. annem de sanırım bunu biliyor mu ne, beni gözlükçüye götürdü. değiştirmesi 2 saniye alan bir çeşit aksesuar. önce hayatımda hiç takmadığım modelde bir gözlük aldık, ardından da ayakkabıcıya. onda da ikinci dükkana girince sıkıldığımdan, tek dükkandaki tüm ayakkabıları denedim. bir de daha önce hiç almadığım ayakkabı aldım.

annem sanırım bu depresyon psikolojisini daha önce yaşamış olacak ki, gel bir de tatlı alalım dedi. ve biz gidip bir kiloya yakın tatlı aldık. akşam eve gelince, üzerimden yükün kalktığını fark ettim. eskisi kadar şişmiş bakmıyordu sanki gözlerim.

ama asıl hatayı, annemin bu klişeyi yapmasından önce gerçekleştirdim ben. SAÇLARIMI KESTİRDİM. sırtıma kadar inen, hafif dalgalı, kum rengi saçlarım var benim. çok severim kendilerini. ama ben, hadi belki geçer böyle diye düşünerek, gittim o saçlarımı omuzlarımda kestirdim. elbette ki pişmanım. ama her zaman saçlarımın omuzlarımda nasıl duracağını merak etmişimdir. cevaplamış oldum böylece.


şunu anladım abi, kendi kafana göre iş yapmayacaksın. ne biliyorsa büyükler biliyor. kendini salacaksın onlara, kafana göre "gidip saçlarımı kestiriyim oh rahatlarım!" demeyeceksin! rahatlamıyorsun zira. tek içimi rahatlatan, kökü bende olması.

büyükler biliyor abi, klişe yapacaksan da gidip annenle yapacaksın, o zaman o kadar yalnış gelmiyor sanki. evet. böyle.

12 Nisan 2012 Perşembe

Aşk Safsatası

kendi kendine çok kızabiliyor insan bazen. "neden aşık oluyosun lan! yetiyoduk işte birbirimize! "

aşığım ve bundan dolayı pişmanlık duyacağım aklıma gelmezdi. sebebini belirttim işte, yetiyordum kendi kendime. sorunlar benim sorunlarımdı ve kimseyle paylaşmasam da geçebiliyordu, hayat benim hayatımdı ve bir yerde tek başıma oturup kahve içmek garip gelmiyordu. sonra, aşık oldum ve hayatım tamamen ters yüz oldu. sorunlarım, ona anlatmam gereken sorunlarım, hayat bizim hayatımız... kahvecide tek kişi oturmak sıkıcı gelir oldu. sonra onunla ilgili sorunlarım çıktı. kıskançlıklar, özlemeler, istekler...

bir sevgilim olmasaydı hiçbirini beklemeyecektim belki hayattan. sağdan soldan insanlarla flörtleşip uzayacaktım iş ciddileşmeden yanlarından. ilişkiler çok korkunç o yüzden. hiç olmadığın bir insana dönüşüyorsun. o insanı her şeyin yapıyorsun ve işin kötüsü o her şeyin olurken sen bunu fark etmiyorsun. hayal kırıklıklarını ona anlatıyorsun, mutluluklarını ona anlatıyorsun. artık yalnız değilsin ve alıştığın yalnızlıktan tamamen uzaktasın. yalnız kalma düşüncesine zamanında sıkı sıkıya bağlanmışken, şimdi sana o kadar korkunç bir fikirmiş gibi geliyor ki!

bir kere, "sen kimsin ki başkaları üzerinde hakimiyet kurmaya çalışıyorsun!" fikri, ilişkilerde değişiyor. ilişkiler değiştiriyor insanı. aşk insanın canını bu kadar yakarken neden hala inatla aşık oluyoruz bilmem ki...

11 Nisan 2012 Çarşamba

Steril Çocuklar

hayatım boyunca, bilgisayara bağımlı bir insan olmadım. evet oyunlar şunlar bunlar çok güzel şeyler, ama bilgisayar benim için çok da lazım bir şey değildi. google tanrısından bahsetmiyorum, o, bu dünyadaki en büyük gerekliliklerden biri elbet. ama geçen gün fark ettim ki, ben tam bir bağımlı olmuşum. yani tatile gidince internet kafesine oturmuyorum otellerin, ama evdeyken başka hiçbir şey yapmadan, yemek dışında, bilgisayar kullanıyorum. yabancı dizileri takip etme tutkusundan geliyor bu sevda da.

ben belki o kadar garip değilim. alıştınız benim gibi varlıklara sağda solda. kime alışkın değiliz biliyor musunuz? çocuklara. el kadar çocuklar, deli gibi internet kafelerde yaz tatilleri boyunca. anneannemin evi sarıyer'de ve çok yakınında bir internet kafe var. saat kaçta çıkarsam çıkayım, aynı yüzleri görüyorum içerde. hepsi de 8-16 yaş arası erkeklerden oluşuyor. yaz tatillerini ve okuldan arta kalan zamanlarını bu şekilde geçiriyorlar olsa gerek. ben kendi yaz tatillerimi hatırlıyorum da şükrediyorum:

her sabah evde vakit geçirmeme karşın, her akşam hava serinledikten sonra saatlerce çocuk parkında oyun oynardım. gün geldi eve bit getirdim, gün geldi biti ben millete bulaştırdım. ama sıradan bir çocukluktu işte.

sanırım bizler, son şanslı nesiliz. son kez eve, bilgisayara kapanmadan, sokaklara çıkıp kolunu bacağını yaran nesil olmuşuz. şimdiki çocuklarda yara bile yok. bense vücudumdaki tüm yaralarla gururlanıyorum. ama ben normal bir ailede büyütüldüm. saldılar beni ben koştum, düştüm...

şimdiki çocukların nasıl yetiştirildiğini görüyor musunuz? " aman düşmesin, aman ellemesin, aman ordan kaymasın, yerler çok pis sakın yerde oynamasın!" ben düştüm, elledim, kaydım, pis yerlerde oynadım ve akşamına da yıkandım.

neden bu kadar çok hastalık türedi zannediyorsunuz? ailelerin pimpirik manyaklığından elbette. çocuk dediğin düşe düşe büyürdü, artık düşmeden büyüyor. en küçük bir soğuk çıktığında, hepsi öksürmeye başlıyor deli gibi. övünmek için söylemiyorum, yok yok övünmek için söylüyorum, en son ne zaman hasta olduğumu bile unuttum. ne o salgınlara yakalandım, ne de birdenbire ateşim çıktı ve yataklara düştüm.

düşmek, yaralarının kabuk bağlaması, sonra da o kabukları soyup tekrar kanatmak, bilgisayar başında vakit geçirmekten çok daha güzel. ama ne bilecekler ki!

Göt Türkler ve Meral Okay

öyle bir memleketimiz var ki, insanda ne ar bırakır ne namus. öldükten sonra bile değişmez bu durum. inanılmaz meraklı, inanılmaz dedikoducu ve yadsınamaz bir büyüklükte çenebazdır halkımız.

geçen gün anneannemi ziyarete gitmiştim, bana söylemedi ama, ben gideceğim için Emine Hanım yerine, onun evinde toplanacaklarmış. yani tam bir patates salatası, ıspanaklı börek, havuçlu kek üçgeninin arasına düşmüştüm. dedikodular da cabası. anneannem, çevresindeki en huzursuz kadındır belki, huzuru dedikodu ve kötülemeyle bulur. bir an sessizlik oldu, hani şu aynı anda herkesin çay içmesinin sesiyle oluşan bir sessizlik var ya, öyle işte.

anneannem, " hani şu müjganların oğlu var ya, ismet. evleniyomuş."

komşular da haliyle şaşırdılar duruma." aaaa! hayırlı olsun! kimmiş kız? kimlerdenmiş?"

anneannem de büyük bir keyifle," hostesmiş hava yollarında. minik minik eteklerle geziyomuş."

"aaa! iyiymiş iyiymiş! bak eve ekmek de getirir o kız. artık eli ekmek tutmayan kızı almayacaksın zaten!"

anneannem eteğin yeterli derecede etki etmemesi üzerine, daha farklı bir platforma oturttu sohbeti:
"kızı ismet hamile bırakmış diyolar. ondan evleniyolarmış! sen evlenmeden düş kalk, sonra da karnı belli olmadan evlen! "

ben şaşırma efektleri beklerken, komşular beni içten içe güldüren bir şey söylediler:
"iyi olmuş iyi, zaten yaşı da gelmişti çocuğun. bi yere kadar bekarlık. bak annesi de vefat etmişti tek kalmıştı evde. sıcak bi yemeği olur. kız da ekmek getiriyorsa, daha ne olsun!"

anneannemin kudurmasını anlatamam. yani önce "aman beee siz de!" bakışı fırlattı sağına soluna, sonra kimsenin onun dedikodusunu dinlememesi üzerine, sustu. sinirlendi. ben de çay doldurmaya gittim iyi aile kızı olarak.

ailede tek deli anneannem değil, bizim tüm sülalede var bir bokluk ben size diyim. mesela babaannem. kindar ruh halinden bahsetmek yerine, 60 yaşındaki çük merakını anlatayım size ben en iyisi.

bir gün, beşiktaş pazarına doğru yürürken, ben daha 10 yaşında falanım, nereden aklına geldiyse kulağıma eğildi:
"veroniiiiiiik! kız araplar o elbiselerinin altına don giymiyorlarmış rahat olsun diye. efil efil geziyorlarmış! ay sallana sallana püfür püfüür! ahahahahahahahaha!"

diye bir konuşma düşünün. yok yok güldürmüyor on yaşındaki bir kızı çük muhabbeti, aksine, midem bulanmıştı. zira annemle babamın seviştiklerini yeni yeni öğrenmiştim, ayrıca bir arabın sallanan çükü bana ne diye komik gelsindi ki! buna rağmen babaannem beş dakika kadar gülmüştü buna. sana ne lan arabın sallanan çükünden!

peki, size daha ilginç bir şey söyleyeyim, neden davullu zurnalı evleniyoruz? çünkü bizim halkımız iki kişi sevişecekse bu gizli kapaklı olsun istemez, bilmek ister. her şeyi duymak ister. sevişecek tarafları görmek ister. ama, görmeyince de dedikodu malzemesi yapar. bu kadar bok beyinli halkımız işte. 

neyse efendim, çok alakasız olacak belki türk halkından girdim dedikodudan anneanneden babaanneden çıktım ama, güncel bir mevzu katmak istiyorum işin içine. neden türklere şu sıralar bu kadar kızgın olduğumla ilgili güncel bir haber sadece.

MERAL OKAY. meral okay'ı daha yeni kaybettik. uzun süredir kanser tedavisi görüyordu ve birkaç sabah önce vefat etti. bu kadar erken yaşta ölmesi, hepimizi çok üzdü. müthiş bir kadındı. buna rağmen, ölümünden birkaç saat sonra, internet gazeteciliğindeki (o piç kurularına gazeteci demek benim ayıbım aslında) "O KADIN ÖLDÜ" gafından da önce , facebookuma ekli bir çocuk tam olarak şunu yazmış:


MUHTEŞEM YÜZYIL dizisinin senaristi MERAL OKAY ÖLMÜŞ. BAKIN OKAY KİMDİ ?

“Muhteşem Yüzyıl” adlı dizinin Senaristi Meral Okay, SULTAN SÜLEYMAN’I ilerki bölümlerde GAY rolünde oynatacaklarını belirtti… Aktarılan bilgilere göre Kanuni Sultan Süleymanı oynayan Halit Ergenç ilk bölümde ve fragmanda şehvet düşkünü olarak lanse ediliyordu..Meral Okay’a bunun ilerki bölümlerde nasıl bir farklılık göstereceğini yönelttidiğinde; Bizim amacımız sanat yaratmak bunuda son olarak OSMANLI’da deniyoruz.. KANUNİ SULTAN
SÜLEYMAN’ı biraz daha sanatsal olarak göstermek için ileriki bölümlerde GAY (eşçinsel) olarak seyircilere sunacağız (seni anasını siktiğim karısı seniii böle görürsün ananın amını9 tersten oooooh kaldırmayın orospunun cenazesini amk)
o değil de, sizler babalarınız ölür, sevmezsiniz, cenazesine gidip "helal olsun!" dersiniz. kardeşiniz ölür, sevmezsiniz, mezarı başında ağlarsınız. insanımız, nereye gidiyor! ben çözemiyorum bunu.  sadece Meral Okay için olan bir şey değil bu. Defne Joy Foster öldüğü zaman da, kadının ne namusu bırakıldı, ne ahlakı, ne anneliği. yahu kadın öldü. anneliğini siz daha mı iyi bileceksiniz. annelik ayrı bir şeydir babalık ayrı bir şeydir eş olma durumu tamamen farklı bir şeydir. halkımız sadece dedikodu ile beslenen, satılmış medyanın anlattıklarıyla hareket eden ve kendine ait hiçbir düşüncesi olmayan insanlar oldu. sağolsun televizyon, sağolsun cahillik, sağolsun beyinsiz halkımız! sizler olmasanız neye kızıp küfrederdim ben?!

11.47


tüm arkadaşlarım geç kalkmalarıyla, ben de erken kalkmamla övünürdüm sürekli. ben saat 7 de kalkıp işe giderdim, onlar saat 3 te kalkıp 4 teki derse yetişirlerdi. hatta insanların öğle vaktine kadar uyumalarını anlayamazdım. nasıl uyunabilir ki, artık tüm dünya kalkmış uyanmış ve sen, uyuyorsun. bu sabah gözlerimi açtığımda saat 11.47ydi. inanamadım. bence saatin pili durmuştu dün geceden ve saat henüz 9.30 falandı. telefondaki saat de 11. 47ydi ve ben o an anladım neden o saatte kalktığımı, işten ayrılmıştım ve artık amaçsızlaşmıştım.

amaçsızlaşmak çok farklı bir durum. ilginç yani. ben uyanana kadar milyonlarca çift yataklarında alt alta üst üste sevişip, hazırlanıp, kahvaltılarını yiyip işlerine gittiler; milyonlarca çocuk kalktı annelerinin hazırladıkları omletleri, menemenleri yedi okula gitti; insanlar trafikte ayakları patlayana kadar otobüste vakit geçirdi ve ben, sadece uyudum bu zaman zarfı içerisinde. aslında hiç hoşuma gitmedi. a.m.k kimin hoşuna gider ki!? düşünsene, sen, birkaç ay önce işe yarayan bir insandın. ama sonra, işten ayrıldın ve evde, tek başına sıkıcı yaşamına geri döndün. aç kalmadıkça evden çıkmıyorsun falan. mesela ben, sadece sınavdan yarım saat önce evden çıkıyorum, sınavı 20 dk. da bitiriyorum ve hemen eve gelip gene bilgisayara oturuyorum. ne bok hayat lan!

çalışmak güzel şey abi. ben iş buluyim gene en iyisi. 11.47 nedir lan?! günün yarısını kaçırmışım!

10 Nisan 2012 Salı

Göster Pipini Oğlum Amcalara!


En şaşırdığım konulardan biri de, “erkek adamın erkek evladı olur.” 

“Siktir lan, biz nasıl doğmuşuz o zaman” diye de bir atarlanma isteği duyuyor insan. İnsanlar çocuklarının kız olmasından üzüntü duyar mı hiç? Benim okumuş görmüş arkadaşlarım bile, “ çocuğunun hangi cinsiyette olmasını tercih edersin?” Diye sorarsan, “oğlan tabi ki” cevabını veriyor. Neden? Çünkü soyu devam edecek paşamın. Ha, sanki padişah soyundan geliyor da, soyu devam etsin istiyor. Kimisi kabulleniyor çocuğunun kız olduğunu ve hiçbir şekilde laf etmiyor, kimisi de coşuyor ve kuma üstüne kuma kuma üstüne kuma alıyor. Deli misiniz abi? Cinsiyeti belirleyen kromozomu kadın değil, erkek veriyor. Bu durumda kadının seni boşayıp başka bir erkekle pompaya girmesi lazım. Ne bu böyle? 

Oğlu olunca da övüne övüne bitiremiyor. Ne mesela, “aç göster pipini amcalara yavrum!” . siz hiç, kukusunu açıp ortalarda gezen çocuk gördünüz mü, göremezsiniz. “ört kızım, ayıp kızım, mahremdir kızım!” . erkeklere de malum “aç oğlum, güzel pipili oğlum, oğlumun pipisine de bak!” kızların fotoğrafları tulumlarla, örtülerle, erkeklerinki de dal yaprak açık bir şekilde malı gösterecek cinsten. 

Erkeklere sunulan ayrıcalıklar çok büyükken, kızlar evlere kapatılıyor. Henüz küçük yaştan itibaren arabanın direksiyonuna oturtulan erkekler, hiçbir şekilde arabanın ön koltuğuna oturmasına bile izin verilmemiş kızların araba sürüşüne laf ediyor. Siktirin lan! Sizler de yemek yapamıyorsunuz? Ama bu size göre sorun değil. Çünkü arabayı erkek sürer yemeği kadın yapar. Birazcık tersi dönse, o adamın erkekliğinden şüphe ediliyor. Ataerkil toplumların sorunu buradan kaynaklanıyor işte, fazla erkek üzerine yoğunlaşmış. 

Şans mıdır şanssızlık mıdır bilmem ama, bu şekilde düşünmemi sağlayacak bir evde büyüdüm. Annem işe gitti, babam eve arkadaşlarını topladı. Annem yemek yaptı, sofrayı annem kaldırdı. Babamsa, sadece araba sürdü. Yok parasını arabayla kazanmadı, araba hobisiydi ve it arkadaşlarıyla arabaya doluşup içmeye gittiler, sıçtılar ettiler. Dünyanın en kötü babalarından. Bana göre annem, ülkemizdeki bir sürü erkekten daha çok erkekti. Bence annem, memeleri ve rahmi olan bir baba oldu zaten hep. O gözünüzde büyüttüğünüz erkeklerden çok daha güçlü. Onca kısıtlanmaya ve kapanmaya rağmen, taşaklı bir annem var. kız çocuğu oldu diye kuma alan sütü bozuklar, annem gibi güçlü bir kadın mı yoksa pipili, babam gibi bir pezevengi mı tercih edersiniz?

9 Nisan 2012 Pazartesi

Çilek Reçeli'ni Çekmeye Talibim





Millet şu incir reçeli adlı filmi beğendiğini söylüyor. Nesini beğendiniz a.m.k. piç gibi bir film. Neden piç gibi biliyor musunuz? Samimi değil. Sürekli ağlamalı etmeli. Sen kaç kişiyle konuştun hayatın boyunca, kaçı sana ölüm döşeğinde felsefik konuşmalar yaptı? “incir reçeli sendin aşkım.” Ne lan. O zaman benim sevgilim de çilek reçeli mi oluyor?
Neden sevdiniz o filmi biliyor musunuz? Çünkü duygusal. Ve ben, bizim halkımız kadar dramatik filmden hoşlanıp da, tencere takırtısıyla ayağa fırlayıp birbirini oynaması için çekiştiren bir halk daha bilmiyorum.
“kalk Sevim kaaaallkkk!”
“ay yok anam ben ne anlarım ki?” bak bak içten içe daha fazla üstelensin de kaldırılsın istiyor, ama ağırdan satıyor haspam!
Sonra hobadiiiiiiiiiiiiii diye dans etmeye başlar bu insanlarımız.
Akşam eve giderler, eğlence biter, açarlar televizyonu Fatmagül’e nasıl tecavüz etmişler, kaç kişi girişmiş kıza, kızın suçu neymiş, vay onun yengesi ne kötü karıymııışş!!!
Bu demin oynamamak için nazlanan ama kalkınca oturmayan Sevim, şimdi Fatmagül’e başlar ağlamaya! Fatmagül de bitti. Ne başlıyor şimdi? İncir Reçeli.
Halil Sezai’nin tanındığı film. Neymiş, kız aidsliymiş, ölecekmiş, çocukla bir türlü kavuşamıyorlarmış. O değil, ben hiç beklemiyordum da kızın aids li çıkmasını. Ne zaman ki metroda karşılaştılar bunlar, ahanda dedim bittik. Dramatik oluyor şimdi film! Neyse efendim, Sevim, kocası Muhammer’le birlikte başlarlar bu filmi izlemeye. E boru değil ya, Sevim, başlar ağlamaya. Muhammer de “Lan ne boktan film bu deyip kalkmıştır bile Sevim’in yanından. Ama Sevim, dinler, ağlar, dinler, ağlar… böyle sürüüüüp gider efendim.
Demin, hoppidi hoppidi döktüren Sevim, önce Fatmagül, sonra Halil Sezai’nin ağladığı sahnede göz yaşlarına boğulmuştur. Kocasına da, “aman ne aşktan anlamaz adamsın sen. Aşkı anlatıyor o film!” diye atarlanır.
Ha, ben söyleyeyim size, bir sikim anlatmıyor o film. Gerçi her iki kişiden biri beğendiği için, çok kızabilirsiniz bana. Ama, tutarlı olun lan biraz. Dramatizmi seviyorsanız hoppidi hoppidi oynamayın, hoppidi hayatı seviyorsanız, akşam eve gelince Fatmagül’ün suçunu aramayın. Adam olun lan!